• https://www.facebook.com/bsgmedya@hotmail.com
  • https://www.twitter.com/bsgmedya@hotmail.com

Hemşehrimiz Yazar-Şair Cevat Turan, tüm dünyayı etkisi altına alan Coronavirüs salgını ile görüşlerini kaleme aldı

'CORONA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ'

  1. Cevat TURAN / Yazar
  2. www.sonmedya.com

 

 

23 Mart 2020

İnsanlık, salgın hastalıklarla ilk kez karşılaşmıyor.

Bakterilerin ve virüslerin biz canlılarla birlikte yaşadığını biliyoruz. Bunların kimisi bizi hasta ederken, kimisi de sağlığımıza katkıda bulunuyor. Bu dünyayı onlarla birlikte paylaşıyoruz.

Veba, kara veba, İspanyol nezlesi, Rus gribi, SARS, MERS, Kuş gribi, Domuz gribi, HIV gibi çarpıcı olanları zaten biliyorsunuz. Bu salgınlarda insanlık büyük kayıp ve hasarlar verse de akıl ve bilimle hep üstesinden geldi ve kendi türünün geleceğe evrilmesini sağladı. Her kriz, her savaş veya salgın hastalıklar sonrasında yeni sıçrayışlar yaparak yeniden organize oldu. Kurallar yeniden düzenlendi, yaşanılanlardan ders alındı. Krizlerin içinden yeni fırsatlar çıkartabilmeyi tecrübe edindi.

 

 

Geçmiş yıllardaki salgınlardaki virüslerin laboratuvar ortamında üretilmesi olanağı olmadığı için bu ihtimali hiç düşünmedi insanlık. Oysa bugün ilaç endüstrisinin devasa kâr ve kazanç hedefi görmezden gelinemez. Ya da emperyalist ülkelerin bir tür stratejik, biyolojik silah olarak rakiplerini gerek maddi, gerekse küresel güç odağına giden güç kazanım minderinin dışına atma gerçeği de ihtimaller dahilinde.

Sosyal medyada akla yakın birçok komple teorisi milyonlarca insanın cep telefonlarında dolaşıma sokulmuş durumda. Bunlardan en ilginç olanı bir virüsün laboratuvarda nasıl üretildiğine ve bunun uluslararası patent enstitüsünde tescil edildiğine dair belgeleri anlatıyor. Hatta virüsü üreten bilim insanlarının adları ve aşısının içeriği kadar virüsün nasıl tedavi edileceğine dair bilgiler de mevcut. İnanıp inanmamak size kalmış.

Yukarıda saydığım bu laboratuvar merkezinin adresi Fransa'da. 4 Haziran 1887'de kurulmuş olan ve esas amacı aşılar, mikroorganizmalar ve bulaşıcı hastalıklar olan Pasteur Enstitüsü. Çocuklara etki etmemesinin nedenlerinden birinin de onların kızamık aşısı ile aşılanmış olması iddiası. Bunlar ne kadar doğrudur, yaşayıp göreceğiz.

Ben diyorum ki aşıyı önce kim bulduğunu açıklarsa bilin ki virüsün esas sahibi de odur.

İnsanlık buluşlarda, teknolojik gelişmelerde, uzay biliminde, iletişim sistemlerinde, robotların hayatımızda etkinleştirilmesinde bu kadar ileri gitmişken bir virüs karşısında ne kadar aciz ve çaresiz kalındığını yaşayarak öğreniyor.

Tartışılması gereken en az virüsün kendisi kadar sosyal adalet sistemindeki devletin ve insanlığın ortaklaşa ürettiği değerlerin nasıl paylaşıldığına yönelik sistem tartışması da olmalıdır. Çünkü esas problem, kafamızın içindeki virüsten kurtulup kurtulamayacağımızla ilgili.

Bankalardaki milyar dolarların, büyük gayrimenkullerin, insanüstü parasal güce ve yetkilere sahip olmanın virüsler karşısında bir anlam ifade etmediğini, bir burjuva ile işçi arasında soluk alıp verirken ihtiyaç hissettiği oksijen tüpüne muhtaçlığı herkesi eşitlemiş durumda.

Siz bütün insanlıktan, yoksul toplumların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini çalarak elde ettiğiniz zenginliğin içinde yaşarken can korkusundan kaçabiliyor musunuz? Tek fark, birisi gecekondusunda kenarı yırtık perdesini çekip otururken, diğeri pırıltılı granit ve mermer döşeli villalarda perdeleri kapalı yaşıyor. İkisi de korkuyu öteleyip sadece ölümün teğet geçmesini bekliyor. Ölüm herkesi eşitliyor.

Bu salgın hastalık krizi bizlere içinde bulunduğumuz liberal ve kapitalist sistemin varlığını, insanlığa bir seçenek olup olamayacağını tartışma fırsatı sunmaktadır. Önemli olan tüm insanlığın buradan ders çıkartıp bu sistemi sorgulayarak alternatif seçenekler üretmesidir. Ancak bunun saf bir çağrı olduğunun da farkındayım.

Sosyal devlet uygulamalarından her türlü sağlık hizmetinin, eğitimin, en doğal insanlık hakkı olan suyun, ulaşımın, kültürel gelişmeye yönelik fırsatların parasız ve karşılıksız edinme hakkını almanın zamanı gelmedi mi? Sokağa çıkmanın kısıtlanması durumunda, çalışamadığı gün açlıkla karşı karşıya olan işçilerin ve küçük esnafın yarınını güvence altına almak değil midir devletin görevi?

Kasalarınızdaki dolarlarınız, itiraz edenleri cezalandırmak için çok korunaklı yaptığınız hapishaneleriniz, yüksek cübbeli mahkemeleriniz, çelik zırhlı kolluk kuvvetleriniz, dokunulmazlık haklarınız ve ileri teknoloji ile korunan saraylarınız bile salgın hastalıkların yarattığı toplumsal infialden kurtaramaz yarattığınız fildişi kulelerini. Çünkü bu bir küresel sistem sorunudur.

Ne yazık ki vahşi kapitalizm ve onun insanları sahipsiz bırakan politikaları kaos içindedir. Finans grupları, bankalar, büyük fonlar belirsizliğin yarattığı negatif grafikleri daha ne kadar satın almaya devam edebileceklerdir. Büyük büyük devletler acizlik içinde sadece başına geleceklerin sonuçlarını yönetmenin ya da yönetememenin telaşındalar.

Dünyada ve ülkemizde ne yazık ki her geçen gün geometrik olarak hastalıktan etkilenimler ve can kayıpları artmaktadır.

Bizde ise her şeyi özel sektörün kâr hırsına hapsetmenin, en stratejik üretim alanlarının dahi kapatılıp dışarıya muhtaç hale gelmenin (Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi) bedelini hep birlikte canımızla ödemekteyiz. 1950'lerden beri "küçük Amerika olacağız" diye diye sosyal devlet anlayışını ve uygulamalarını yok etti yanlış politikalar. 1939'larda Çin'e aşı ve salgın hastalıklarda yardım eden Türkiye, 2020 yılında Çin'den yardım ister duruma gelmiştir. Bunun suçlusu kimdir, bunu sormayacak mıyız?

İnsanları evine bir limon kolonyası, ucuz bir maske alamayacak duruma getirmiş olan bu geri anlayış bugün bedava limon kolonyası dağıtmak durumunda kalmaktadır. Elbette kısıtlı da olsa bu katkıları destekliyorum. Başka destekler de tüm hızıyla yayılmalıdır. Bundan daha önemlisi gayrisafi milli hasıladan bireylerin hakkına düşen pay yükselmelidir. Vatandaşın devletine ödediği vergiler örtülü ödeneklerle, savaş bütçesiyle, yanlış politikalarla heba edilmemelidir.

Bu dünyaya değil, ölüm sonrasına yatırım yapan her türlü zihniyet değişmelidir.

Şöyle ki; Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi 12 milyarken, Sağlık Bakanlığı'nın bütçesi 2.7 milyardır. Türkiye'de doktor sayısı 107 binken, imam sayısı 275 bindir. Hastane sayısı 1.250 adetken, cami sayısı 85 bindir. (Oysa şu anda tüm camiler kapalı ve hastaneler ağzına kadar insan dolu.) Doktor açığı 105 bin iken, imam fazlası 115 bindir. Bu veriler, sözün bittiği noktada olduğumuzu göstermiyor mu size?

Haklı olarak 65 yaş üstünde sokağa çıkma yasağı uygulanırken, siyasi liderlerin tümü 65 yaşın üstündedir. Bu bir vakadır. Siyasette acilen yaş sınırlaması getirilmeli, 60'ını dolduran siyasiler, sadece danışman olmalı ve tekaüde ayrılmalıdır.

Görüldüğü gibi ülkemizde ve dünyada insanlık artık bir yol ayrımındadır.

Çalışma şekillerindeki farklılaşma, fırsatlara ve bilgiye ulaşım, teknoloji destekli uygulamalar, yönetim ve üretim şeklini kökten değiştirmekte. Artık yeni bir modele, üçüncü bir yola ihtiyaç vardır. Bu farklı yönetim sistemlerini, sosyal devlet, şeffaflık, hesap verilebilirlik, adil paylaşım, sözde değil uygulamalarda hayat bulmak zorundadır. Bunların iyi niyetli arz talep ilişkisi içinde olmayacağı açık.

Devrimci değişimin habercisi olanlar, değişimin de liderliğini yapacak olanlardır.

***

www.sonmedya.com

https://www.sonmedya.com.tr/yazi/corona-ve-dusundurdukleri-130.html



490 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

İLAN

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI

NÖBETÇİ ECZANELER
ULUSAL GAZETELER
BİR KİTAP